Merhabalar değerli e-bergi okurları! Bugün sizlere rol yapma oyunları adına önemli şeyler katan Fable ve Fable 2'nin devamı olan Fable 3'ten bahsedeceğim. Önceki oyundan 3 yıl sonra (Ekim 2010'de Xbox 360 için, Mayıs 2011'de PC için) çıkmış olan oyun hakkında birçok olumlu ve olumsuz eleştiri, çok çeşitli metascore puanları görmekteyiz. Belli ki ilk oyunun şanını yürütürken arada aksaklıklar yaşanmış. Biz de kendi açımızdan oyunu sizin gözünüzde canlandırmaya çalışalım dedik. Haydi bakalım!

Zaman/Mekan/Kişiler/Hikaye vs.

İkinci oyundan yaklaşık 50 yıl sonrasındayız. Dünyayı kurtaran başkahramanımız Kral(veya Kraliçe) ölmüş, geride 2 çocuk bırakmış, Albion da endüstri çağına girmeye başlamıştır. Büyük çocuk olan Logan ülkeyi demir yumrukla yönetmektedir.. demek isterdim fakat durum burada yumruk değil, demir kol, bacak falandır herhalde. Halkı ve çocukları ölümüne çalıştıranlara göz yummakta, rüşvet almakta, doğayı katletmekte ve memleketi sefalet içinde bırakmaktadır. Biz de bu ibişin küçük kardeşi olarak bu duruma sessiz kalamıyoruz ve ikinci oyundan tanıdığımız Walter Emmi'miz ve sadık hizmetkarımız Jasper'ı alıp bir devrim gerçekleştirmek, dağ tepe aşıp yandaş toplamak için rahat yaşantımızı arkada bırakarak kaleden ayrılıyoruz.

Yolculuğumuz boyunca Logan'ın yönetiminden rahatsız olan pek çok grupla karşılaşıyor ve onları davamızda bize katılmaları konusunda ikna etmeye çalışıyoruz. Tabii ki bu güven öyle beleş bir şey değil. Bu grupların bizden türlü istekleri oluyor ve sonunda tahta geçtiğimiz zaman işleri düzelteceğimize söz vermemizi istiyorlar. "Söz veriyorum." diye kağıt imzaladıktan sonra yeni devrim arkadaşları bulmak üzere yeniden yollara düşüyoruz.

Ağabeyimizin günlerinin sayılı olduğu ve önünde sonunda tahttan defolacağı pek de sürpriz sayılmaz; bu yüzden onu indirip tahta biz geçiyoruz demekle sanırım oyun zevkinize bir darbe vurmamış olurum. Fakat oyun burada bitmiyor. Tahta oturuşumuzdan yaklaşık bir sene sonra Albion'u yutacak bir karanlık gücün kehanetini ediniyoruz (o kadar da değil; oynayıp görün) ve bu gücü durdurmak için gerekli hazırlıklara gidecek para olan 6.5 milyon altını toparlamaya çalışırken bir yandan da ülke meselelerine dikkatimizi vermemiz gerekiyor.

Oynanış

Genel olarak üçüncü kişi açısından baktığımız oyun, bize dövüş sahnelerinde daha bir esneklik sağlıyor. Böylece etrafımızda olan biteni daha rahat görebiliyoruz. Bu bakımdan Prince of Persia ile benzerlik gösteriyor.

Düşmanlarımızı pataklamak için üç seçeneğimiz var: yakın dövüş, tabanca-tüfek, büyülerimiz. Çatışmanın ortasında dahi silahımızı değiştirip hepsinin avantajlarından faydalanabiliyoruz. Üstelik bu silahlar kullanıldıkça daha güçlü hale geliyorlar. Mesela bir kılıçla bilmem kaç kurtadam öldürürseniz, o kılıç kurtadamlara daha fazla hasar veriyor.

Kılıç-tüfek gibi şeyleri oradaki buradaki dükkanlarda bulabiliyoruz. Büyüler için ise farklı bir kaynağımız var: 'Road to Rule'. Road to Rule dediğimiz şey, sizin Albion'un tahtına geçme yolundaki katettiğiniz mesafeyi yansıtan bir patika. Hikayedeki belli olaylardan sonra bu patikanın bir bölümü daha bize açılıyor ve adam döverek, görev yaparak veya halkla 'iyi geçinerek' biriktirdiğimiz Guild Seal'larımızı yeni geliştirmeler için harcıyoruz. Bu geliştirmelerle gerel silahlarımızı, müzik kulağımızı hatta pasta yapma kabiliyetimizi bile geliştirebiliyor gerekse NPC'ler ile olan iletişimimizi şenlendirecek pek çok seçenek ediniyoruz.

Oyunda menü adına bir şey de yok. Escape tuşuna basınca The Sanctuary'e gidiyoruz. Birkaç odadan oluşan boyutlararası bir mekan. Jasper'ımızın evi. Silahlarımıza, dış görünüşümüze, paramıza ve çoklu oyuncu seçeneklerine ayrılmış odalar mevcut. Karakterimizin durumunu gözden geçirmek, şeklini şemalini ayarlamak gibi bir menü aracılığıyla yapılacak şeyler artık The Sanctuary'nin yetki alanında. Oyunu kaydetmek için bile gerekli bölüme gidip o heykele elleşmemiz lazım.

Kararlarınız ve Serbestlik

Rol yapma oyunu dediğimiz zaman şu kaçınılmazdır: oyundan, bizim verdiğimiz kararların formalite olmayan; bir etkisi, ağırlığı olan şeyler olmasını isteriz. Fable 3'te bunu sapına kadar hissediyoruz. Daha oyuna başlar başlamaz Logan zibidisinin iki üç köylüyü ve sevdiceğimizi dizlerimizin dibine koyup: "Seç birini, diğerini öldüreceğim." demesi, bizi ileride bekleyen şeylere karşı hazırlıyor. Özellikle Albion emrinize amade olduğunda zamanında söz verdiğiniz tiplerin teker teker: "Kardeş söz verdiydin." telkinlerini duyunca içimizden: "Arkadaş, orduya para lazım da şimdi söz verdik diye oyun parayı buna verdirtir." diye düşünürken "Keep promise" ve "Break Promise" seçeneklerini görünce Lionhead Stüdyoları'nın bu işi iyi yaptığını anlıyoruz. İstersek ağabeyimizden farksız bir denyo olabiliriz, hatta kemerleri daha da sıkarak: "Halk ne anlar politikadan, burada onların geleceğini düşünüyoruz." diyerek bütün Albion'u endüstriyel bir para makinesine çevirip doğal güzellik veya sosyal mesaj kaygısı falan dinlemeden halkı korkudan tir tir titretebiliriz. Öte yandan: "Hayır kardeş, verdiğimiz sözü tutarız biz. Bu halk da insan gibi yaşamayı hak ediyor." düşüncesiyle vatandaşın bir tarafının keyfi adına har vurup harman savurabiliriz. Bu durumda da oyun bizden kendi cebimize güveniyor olmamızı bekliyor. En nihayetinde bütün bunlar, halkımızın iyiliği için kendi imajımızdan ne kadar taviz vereceğimiz sorunsalına indirgenerek "Halkının geleceği mi, yoksa senin itibarın mı?" sorusu, oyuncu olarak bizim karakterimizin oyuna yansımasını sağlıyor.

Tahtı ele geçirmeye çabalama sürecinde de pek çok insanın güvenini kazanmamız gerekiyor. Bu olay da sadece "bizim için şu serseriyi indir, ben de seninle gelirim"den ibaret değil. Hatun diyor ki bize: "Biz sana güvenmiyoruz. Git insanlara yardım et.". Aynı anda görev ekranı da diyor ki "100 Guild Seal topla". Bu Guild Seal'ları "Git şurayı temizle" tadında yan görevlerle edinebileceğimiz gibi sokakta yürüyen rastgele bir teyzenin elini sıkarak, onunla dans ederek de toplayabiliyoruz. Oyun sürekli bize: "Sen bu ülkeyi yönetecek lidersin." mesajı verirken kaderimizin bize verdiği görevi yerine getirmek için sadece vur-kır-parçala yapmak gerekmiyor. Koca bir köyün sorunlarını duyup kontrolü elimize aldığımızda bunları çözmek için söz vermekten tutun da, kendi halinde yaşayan bir esnafa hal hatır sormak gibi küçük şeylerin de size sayısal olarak katkıda bulunduğunu görmek, bir ülkeyi yönetmeye giden yolun o ülkenin vatandaşlarıyla ilgilenmekten geçtiğini anlatıyor bize.

Sıkıntı Büyük...

Şu vakte kadar oyunun o kadar büyük bir üne kavuşamaması, çok da mükemmel olmadığını gösteriyor, değil mi? Efendim sizleri gözümüze batan sıkıntıları, değerlendirmelerimizi ve küçük notları aktardığımız "Kısa Kısa" bölümümüze alalım:

Oyun genel olarak çok kolay ve bu kolaylık, oyunun zorluk seviyesinden bağımsız bir şey. Aptal yapay zeka mı dersiniz, dövüş kısımlarının sıkıntılı tasarımı mı dersiniz bilmiyorum; ama oyunda öldüğüm tek bir nokta vardı, orada da: "Ölünce ne oluyor acaba?" diye bırakmıştım hatunumu. Boss dövüşleri dahi zorlamıyor. Kurtadam boss'unu öldürdüğümün farkına varamamıştım bile, hala orada burada: "Nereye gitti la bu?" diye arıyordum. Hele ki oyunun sonlarında iyice Malkoçoğlu'na bağlıyorsunuz, 10 tane adam bir kılıç darbesiyle darmaduman oluyor. Okuduğum değerlendirme yazılarında büyülerin de fazla güçlü olduğu söyleniyor. İyi ki çok büyü seven biri değilim de kılıç-tüfek gitmişim bütün oyun; yoksa iyice kolay olacaktı.

Dövüş demişken... Prince of Persia dedik değil mi? O sadece gözünüzde bir şey canlanması için. Mekaniklerin pek alakası yok. Düşmana kılıcınızla bir-iki tıklatıyorsunuz, eyvallah; sonra adam çekiyor bloğu saklanıyor kılıcının arkasına. Mümkün değil bir daha vuramıyorsunuz. Bu, oyunun size: "Etrafında 25 tane adam daha var, onlarla uğraşsana!" demek istemesi oluyor. Hakikaten o sırada arkada bir dolu düşman size vurabilmek için sıra bekliyor. Aynı şekilde siz de blok tuşuna basılı tuttuğunuz sürece kimse dokunamıyor size (büyü kullanabilen az sayıda düşman hariç). İki saniye bekledikten sonra yuvarlanma tuşu olan space'e yüklenerek kalabalığı yarmaya çalışıyorsunuz. Tanrıların lütfu üzerinizde olacak ki, yuvarlanırken hiç kimse size zarar veremiyor. Yeterince uzaklaştığınız zaman çekiyorsunuz tüfeğinizi, nişan almanız da zorunlu değil (yapabilirsiniz, ama gerek yok; otomatik nişan alıyor), gözünüzü kapatıp yardırıyorsunuz. Mermiyi bloklamak biraz abes kaçtığından düşmanlar tüfeklere karşı tamamen savunmasızlar. Sesler kesildiği zaman gözünüzü açıyorsunuz ve düşmanlarınızdan eser yok. Kaldı ki bu, gerçekten savaşmayı seçerseniz başınıza gelebilecek bir şey. Düşmanın mekanından belli bir miktar uzaklaşınca, düşman sizi kovalamayı bırakıp olduğu yerde duruyor; siz ona saldırsanız dahi. Tekrar söylüyorum, büyü kullanmadım. Aksi takdirde elimin altında "adamı öldür" tuşu olacaktı.

Yukarıdaki maddenin "Kısa Kısa" konseptine pek uymadığının farkındayım; fakat daha söyleyeceklerim var. Dövüşler bir süre sonra otomatiğe bağlıyor ve farklı düşmanlar için bile farklı taktik yapmanıza gerek kalmıyor. İşin daha da kötü tarafı bu otomatiğe aldığınız taktik, çok da karmaşık olmayan "WASD + M1 crash" diye de tabir edilen "faceroll" dedikleri şeyden ibaret. Hal böyle olunca dövüşler, oyunda bir yer tutması gerekirken gitgide zaman kaybına dönüşüyor.

Yer-yön bulma sisteminden bahsedip onu da biraz eleştireyim. Haritayı açtığınızda bütün keşfettiğiniz bölgeler gözünüzün önünde ve -istisnalar hariç- herhangi birine herhangi bir zaman "hızlı seyahat" yapabiliyorsunuz. Çok iyi çok da güzel. Asıl sıkıntı, kamerayı şehirlere/köylere yaklaştırdığınızda oluyor. Kağıt bir haritadan ziyade, bölgenin üç boyutlu bir modeliyle karşılaşıyorsunuz. Tamam o da güzel. Görüyorsunuz orada kafada sarı ünlem işareti olan abiyi, oyun "Hızlı seyahatle oraya atayım mı seni?" diyor. "Peki" diyorsunuz. Bu da tamam buna da laf yok. Yükleme ekranı geçiyor, muhtemelen görevle tamamen alakasız bir yerdesiniz ve haritaya tekrar baktığınız zaman görüyorsunuz ki haritanın, bölgenin kendisiyle neredeyse hiçbir alakası yok. Sanki başka bir yerin haritası. Ne görev, haritada durduğu yerde görünüyor, ne de "Şimdi buradasınız" tarzı bir işaret var. Ne anladım ben elimdeki haritadan? Öyle janjanlı göz boyamacalarla olmuyor bu işler.

Ha peki oyunda sürekli bir mekana irtibat kurma çabası mı var? Hayır yok. Lionhead de harita saçmalığının yeterli olmadığını anlamış olacak, oyunda sizi tam olarak görevinizin olduğu yere götüren ışıltılı bir yol görüyorsunuz. Görevin bizden ne istediğini anlamak pek sıkıntı olmuyor: Parıltıyı takip et. Hatta üzerinizde baskı kuruyor denebilir. Kendinizi onu takip etmek zorunda hissediyorsunuz. Zaten oyundaki gezindiğiniz mekanlar -çöl bölümleri hariç- hep koridor şeklinde yerler, bir de bu sadece önünüze bakmanızı sağlayan mekanik de olunca işin içinde, hiç kafanızı kaldırıp şöyle bir etrafa bakmak aklınıza gelmiyor. Sanatçıların aylar harcadıkları güzelim manzaralara ayıp ettiğinizin farkına bile varmıyorsunuz.

Siz ülkeyi yönetmeye aday biri olarak, halkın desteğinizi arkanıza almak adına (oyun mekaniği diliyle konuşursak, Guild Seal toplamak için) pek çok vatandaşla münasebetiniz oluyor. Rol yapma oyunlarında beklentiniz, karşınızdaki tiple -kapsamı ne kadar dar da olsa- iki çift laf etmek olmalıdır. Fakat NPC'lerle olan etkileşiminiz, pek de öyle düşündüğünüz gibi değil. Arkadaşın bize görev vermek gibi bir niyeti olmadığı sürece, kendisiyle -normal insanların yaptığı gibi- konuşmaktan ziyade; el çırpmaca, dans etme, esneme-gerinme, mağara adamı gibi geğirme, kafasından yakalayıp bir tarafınıza yaklaştırmak suretiyle -çok afedersiniz- gaz çıkarma ve keşfetmeye cesaret edemediğim daha nice enteresan aktivitelerde bulunuyorsunuz. "La konuşmak istiyorum ben?" Olmaz. İstersen böğür, ıslık çalarak şebek gibi danset, ama konuşamazsın.

Buna bağlı olarak yan görev olgusu da biraz yamalanmış gibi duruyor. Rastgele köylünün tekine "Gel sana bir sarılayım." diyip sarılırsanız, köylü "Ben seni çok sevdim. Git benim gömülü zımbırtıyı bul getir." veya "Git şu paketi Ramiz Dayına ver." şeklinde size yan görev veriyor. Gayet tek tip ve tekdüze olan yan görevlere çok da özenilmediği epey belli olmakta.

Efendim ilişkiler ve ayıptır söylemesi, cinsellik de oyunda hatrı sayılır bir yer kaplamakta. Tanıştığınız insanlarla ilişkinizi ilerletip sıcak saatler geçirme şansınız var. Yükleme ekranında rastgele çıkan "öldürdüğün düşman sayısı" tarzı istatistiklerin arasında "Most group sex partners" diye bir hane görünce, insan işkillenmiyor değil. (Mourningwood Köyü de gözlerden kaçmıyor.) İstenmeyen durumları önlemek için de prezervatif kullanmanız gerekiyor. Evet efendim oyunda STD'ler ve çocuk yapma olayları var. Hatta oyunun bir yerinde "Legendary Condom of the Gods +5" diye bir eşya buluyorsunuz. öhöm Pek de tartışmaya mahal bırakmıyor değil mi? Ha tabii isterseniz alıp yavuklunuzu, nikahınızı kıyıp, eve çıkıp, çoluk çocuğa da karışabilirsiniz. Size kalmış.

Tamam oyunda cinsellik var, anladık da, ülke halkının neden yüzde 80'i eşcinsel, o hala bende bir soru işareti. Haydi herkes muradına erdi diyelim. Bu kadar velet nereden geliyor? Sanırım birileri gece gündüz çalışıyor ve bu işte ciddi bir ekonomi var.

Gayrimenkul oyunun başka bir tarafı. İçinde yaşamak için bir ev satın alabilir veya bir işletmeye ortak olabilirsiniz. İsterseniz aldığınız evi kiraya da verebilirsiniz. Zamanla bu binaları da tamir etmeniz gerekiyor hatta. Fakat pratikte size getirisi aynı: her 5 dakikada bir cebinize para giriyor. Oyunu hem iyi sonla bitirip hem de halk tarafından sevilen yönetici olmak istiyorsanız, oyun başından itibaren paranızı gayrimenkule yatırın. Sonlara doğru oyunda satın almadığınız en ufak bir şey kalmasın. Benden söylemesi.

Sanctuary'miz de alışılmışın dışında başka bir öge. "Ana menüde koşturmak" deyimi, artık size yabancı gelmeyecek. Halkın size verdiği hediyeler gibi oyun dünyasına ait şeylerin, oyundan çıkma "heykeli"yle yanyana bulunması, yeni -ve kısmen başarılı- bir deneme olmuş. Kısmen diyorum çünkü, tek tuşla yapabileceğiniz oyunu kaydetme işlemi gibi basit şeyler için bile bir yürüyüş yapmanız gerekiyor ve bunları tekrar tekrar yaptıkça bu yürüyüşün gereksizliğini fark ediyorsunuz. Ayrıca sizi oyun dünyasından zaman zaman koparıyor. Epik bir savaşın ortasında, kıran kırana düşmanla çarpışırken "Kardeş bir dakika, saçımı düzelticem, hemen geliyorum." edasıyla hooooop, sihirli eşyalarla dolu bir mekana ışınlanıyorsunuz. Ülke yönetimini ele geçirmeye çalışmaktan çok, oyun oynuyormuşsunuz hissi daha bir ön planda oluyor bu sebeple.

Arkadaşım. Açık dünya oyunu yapıyorsan, benim oynadığım karakteri alıp kraliçe tahtına oturtuyorsan, lütfen, rica ediyorum, bir zahmet, bu insanoğlu zıplama yetisine sahip olsun. Koca kralları dize getiren hatun, bir taşın üzerinden atlayamıyor. Yazıktır günahtır. Yapmayın etmeyin.

Karakterinizin görünümünü kişiselleştirme konusunda ise "Eh, gideri var." diyebiliriz. Dükkanlarda bulduğunuz türlü kıyafet takımları, makyajlar, dövme setleri, saç modelleri, sakal-bıyık... Hepsi Sanctuary'nizde emrinize amade. İstediğiniz takımından istediğiniz parçayı giyebiliyorsunuz. Kafanıza şövalye miğferi takıp, suratınızda kraliyet dövmesi, altınızda korsan pantolonuyla gezebilirsiniz. Road to Rule'dan ve keşiflerinizden elde ettiğiniz boyalar da cabası. Bu parçaların her birini -saçınız dahil- istediğiniz renge boyayabiliyorsunuz. Böylece kendinize özgü bir karakter orataya çıkarabiliyorsunuz. Rol yapma dediğiniz şey, biraz da kendinizi oyunda görmek olmalı, ne dersiniz? (... Şimdi benim karakter hatun olunca bu cümle çok saçma oldu. Yok öyle bir şey.)

Rol yapma dediğiniz şey, aynı zamanda kendi kararlarınızı vermek de olmalı. Bu oyunda da durum böyle. Dedik ki, verdiğiniz karar koca bir dünyanın çehresini değiştiriyor. Bir milli parkı olduğu gibi bırakmak veya o bölgeyi tam bir kirli sanayi cehennemine çevirmek elinizde. İyi güzel. Bu olaya farklı bir açıdan bakınca asıl sıkıntıyı görüyoruz. Size sunulan seçenekler, evrensel etik kuralları süzgecinden geçmiş olarak "iyi - kötü" ayrımında geliyor önünüze. Albion tahtına geçene kadar neredeyse hiçbir seçiminizi "Ben böyle düşünüyorum." motivasyonuyla yapmıyorsunuz. Ya "Ben iyi biriyim." ya da "Kötü olacam ben. ehehe." düşünceleri geçiyor kafanızdan. Günümüz rol yapma oyunlarında, oyuncuyu çocuk yerine koymak sayılıyor artık bu. Ayıp karşılıyoruz. Ülke kontrolünü elimize aldıktan sonra ise, bu siyah-beyaz manzara biraz daha griye dönüyor. Fakat olaylar, eninde sonunda izleyebileceğiniz iki tane yoldan ibaret.

Kral/kraliçe olmak oyun hikayesinde bir milat teşkil ediyor. Lakin yönetici olarak geçirdiğiniz zamanı bütün oyuna oranladığınızda epey küçük bir sayı elde ediyorsunuz. Dengesiz olmuş biraz. "Aha tahta oturdum, oyun yeni başlıyor şimdi!" diye düşünmeyin. Tahmin ettiğinizden daha çabuk oyunun sonunu görüyorsunuz. Bu noktaya gelince oyunun tadını çıkarın. Laf dinleyin.

Çoklu oyuncu modunu deneme şansım olmadı. Yığınlarca düşmanı arkadaşlarınızla beraber pataklamak hoş bir his olsa gerek. Fakat hikaye pek öyle olmuyor. çok oyunculu oyunlarda hikaye ve görevler, sadece bir oyuncu için geçerli durumda. NPC'ler diğer oyuncuları görmezden geliyor. Yani bu modun tek olayı, aksiyon sahnelerinin heyecanını başkalarıyla paylaşmak olmuş.

Yazının sonuna gelecek olursak efendim; rol yapma denince akla gelen isimlerden Fable, serisinin son oyunuyla tüm hayranlarını memnun etmeyi belli ki başaramadı. 10 üzerinden yaklaşık 7-8 verilen oyun için bu notlar bence fazla iyimser. Tamam, başında geçirdiğiniz süreye lanet etmiyorsunuz ama, epey sık olarak: "Şurada sıkıntı var, burayı daha iyi yapabilirlermiş." diyorsunuz. Fable'ın ortaya koyduğu bu materyalde iyi bir potansiyel olduğu çok açık. Ya Lionhead Stüdyoları ya da başka biri, eminim ki, bu potansiyeli çok daha ileri taşıyacaktır. Başka bir oyun yazısında görüşmek üzere muhterem okurlarımız, WASD'ınıza kuvvet!