Merhabalar, bu ay dergimizde ara sıra yer verdiğimiz röportajların yeni biriyle karşınızdayız. Portakal Teknoloji adlı yazılım şirketinin sahibi, eski topluluk üyelerimizden ve Bora Abimiz olarak hepimizin sevdiği Bora Güngören ile sohbet tadındaki röportajımıza sizi daha fazla sabırsızlandırmadan başlıyoruz.

Merhaba Bora Bey, öncelikle röportaj isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Hemen ilk soruma geçiyorum; Bora Güngören kimdir ?

Bir keresinde bir arkadaşla sohbet esnasında 3. bir kişi bana “Sen kimsin ?” demişti, ben de “Ben benim, sen de sensin. Daha neye gerek var.” demiştim. İşte ODTÜ Elektrik-Elektronik mühendisliği mezunuyum. Öğrenciyken bilgisayar kulübü olsun, IEEE olsun çok çeşitli topluluklarda faaliyet gösterirken bir yandan da çalışmayı sürdürmüştüm. Daha sonra mezuniyeti takiben 2003 yılında Portakal Teknoloji’yi kurdum ve 5 yıldır da yönetiyorum.

İyi bir girişimci olduğunuzu biliyoruz. Peki girişimci olmaya karar vermenizi sağlayan etkenler nelerdi?

Herkesin içinde bir miktar bunun tohumu oluyor, o kesin yani. Birilerinin iteklemesi ile girişimci olunmaz. Öte yandan birşeyleri gözlemleyip bazı şeyleri kendimce yapma isteği de var ki bu da o tohum dediğimiz şeyin bir parçası. Benim ağırlıklı olarak gözlem yapabildiğim şey 2000-2001 krizi oldu. 2000-2001 krizinde ben çalışıyordum henüz öğrenci olduğum halde ve açıkçası nerdeyse işten arta kalan zamanda okula gider durumdaydım. Büyük kurumsal yerlerde olsun, küçük yerlerde olsun krizin etkilerini gördüm. Hani doğru yönetilmeyen bir yerde olunduktan sonra maaşlı çalışıyor olmanın insana hiçbir şekilde güvence vermediğini anladım. Çünkü kriz döneminde, isim vermeyeyim ama yol parası ve yemek karşılığı iş teklif eden işverenler bile gördüm. Ve işin kötüsü adam bunu parasızlıktan yapıyordu.

Bu da çevrenin etkisi sonuçta...

Bu da çevrenin etkisi evet ve dolayısıyla şurda işe girsin sağlamdır yaklaşımının aslında hiçbir yer için varolmadığını gördüm. Zaten birşeylere kendim girişmek yapmak için dürtülerim de vardı. Madem biryerde çalışıyor olmanın da özel bir ekstra güvencesi yokmuş, yaşımız da genç diyerekten gözümüzü kararttık ve girdik.

Kendinizin de bir şeyler yapmak için dürtüleriniz olduğundan bahsettiniz. Peki ilk kıvılcım ne zaman oldu? Lise yıllarında mı yoksa üniversite yıllarında mı ?

Üniversitede. Lisede o tür şeyleri düşünmüyordum. Mühendislik yapacağımı biliyordum ama bu şekilde girişimci olurum şirket kurarım gibi bir öngörüm yoktu.

Peki girişimciliği işe başladıktan sonra mı benimsediniz yoksa işten önce de var mıydı aklınızda ?

Girişimciliği benimsemek aslında şöyle birşey, bir kabullenişi var yani. Geri dönmemek için gemileri yakmanız gerekebiliyor. Birçok kişi belli bir süre iş kurduktan, yürüttükten ve hatta başarılı olduktan sonra sıkılıp bırakabiliyor, işini devrediyor. Güzel, tatlı emeklilik öyküleri var onlar olabilir veya “ya sıkıldım” diyip biryerlerde normal maaşlı çalışan olarak işe girebilir. Politikaya atılabilir, bir sürü iş yapabilir. Bende henüz öyle bir durum olmadı ama ben gemileri de yaktım, onu da söyleyeyim. Hani herhangi bir yere iş başvurusu yapmadım, gelen iş tekliflerini sürekli ve düzenli bir biçimde reddettim. Belli bir risk alınıyor. Kendimce riskin getirileri ile dengeledim be bir şekilde bir yere geldik. Daha da gidecek yolumuz çok. Çünkü girişimci olmak, “tamam oldu bu iş” dediğin anda bitiyor. “tamam oldu bu iş” dediğin dakika artık girişimci niteliğini kaybetmiş olman gerekiyor. Çünkü bu psikolojik bir yapı, düşünce tarzı aslında.

Peki Türkiye’deki bir girişimci ile yurtdışındaki bir girişimci arasındaki farklar nelerdir ?

Şimdi öncelikle çok ciddi kültürel bir fark var. Bizim ülkemizde insanlar kendilerine bir şey verilmesinden çok hazzediyorlar ve böyle bir yapıya çok kolay uyum sağlıyorlar. Hani baktığımız zaman aslında bu ülkede cumhuriyet bile verilmiş birşey. Kamudaki işler, maaşlar verilen şeyler gibi görülüyor. Dolayısıyla almaktan çok verileni kabul etmeye dönük bir kültürümüz var. Bu girişimcilik açısından çok kötü birşey çünkü girişimcilik almak üstüne kurulu. Hani çalışıyorsunuz, çabalıyorsunuz, farklı birşeyler ortaya koyuyorsunuz arkasından bunun karşılığını alıyorsunuz. O açıdan bakıldığında Türkiye kültürel açıdan girişimciliği besleyen bir yer değil. Bu aile yaşamından bile belli. Mesela Hollanda dediğiniz zaman, Hollanda inanılmaz ticaret dünyasıyla ünlü bir ülke. Parmak kadar ülke sonuç itibariyle, çok az bir alana yayılmış ve çok az doğal kaynakları var ama çok erken yıllardan itibaren çok ciddi bir ticari başarı kurgulamış çok az nüfusla, çok az doğal kaynakla . Peki neden ? Hollanda kültüründe 18 yaşındaki çocuk evden ayrılıyor. Hani daha lise öğrencisiyken ben kendi ayaklarımın üstünde dikilmek durumundayım, bir şeyler yapmak ve çalışmak zorundayım’ı görüyor. Bugün Hollanda’da lise öğrencilerini yaz kampına yolluyorlar ve kampta çocuklara bulaşık yıkamak, ev temizliği yapmak gibi şeyler öğretiliyor yani hayata hazırlanıyor. Bizim kültürde ise özellikle bir erkek çocuk için bulaşık yıkamak olacak bir iş değildir hani evinde zaten yapmaz, evlendiğinde eşiyle gerginlik konusu olur. Ama hayata hazırlık olarak sadece askerde yıkamıştır ya da yıkayacaktır.

Girişimci olmak istediğimi varsayalım. Türkiye’nin bana vereceği destek nedir ?

Girişimi nasıl yaptığına göre çok değişiyor. Türkiye’deki idari mali mevzuat hani bunu böyle özetlemek gerekirse hem devletteki mevzuatı hem bankaların işleyiş tarzını hem karşı tarafla iş yaptığın zamanki iş yapış tarzını ele aldığın zaman iki tane temel şey üzerine kurgulanmış. Bunlar çok temel finansal beceriler. Bir tanesi cebindeki para yani sermayen. Çok küçük bir sermaye ile başlıyorsan sana güvenmiyorlar. İkincisi ise bir yıl önce ne kadar hacimde iş yaptığın yani kaç para kazandığın. İşte sermayen küçükse sana küçük iş veriyorlar ve önceden küçük iş yapmışsan yine küçük iş veriyorlar. Ancak problem şu ki böyle bir bakış açısı altında büyük işi alman mümkün olmadığı için ileride de büyük bir iş alman mümkün olmuyor. O yüzden Türkiye’deki girişimlerin büyük bir çoğunluğu çok küçük kalıyorlar ve daha sonra da çok küçük kalan girişimin işletmecileri sıkıldıklarından dolayı dükkanı kapıyorlar. Türkiye’deki girişimcilerin ana problemi bu çünkü benim iyi bir fikrim var, benim bir yenilikçiliğim var, benim bir teknolojim var gibi başka ülkelerde özellikle batı ülkelerinde çok değer gören, rağbet gören şeyler Türkiye’de değer görmüyor. Mesela karneleme yaklaşımı vardır bir firmayı değerlendirmek için. Firmanın birçok özelliği ölçülür ve bundan bir denge kurgulanır. Bu tür bir yaklaşımı yakın zamanda bankalarımıza dayattılar ama ne kadar uygulandığı tartışılabilir, hala senin ciron ne, ne kadarlık iş yapıyorsun, sermayen yani cebindeki paran ne gibi yaklaşımlar kullanılıyor. Çünkü insanımızın işletmecilikten anladığı şey mal alıp mal satmak. Cebinde çok parası olan adam ancak çok mal alıp çok mal satar. Başka bir yolu yoktur. Katma değer üretmeye dönük işleri henüz insanımız anlayamıyor. Yazılım sektörü bundan çok muzdarip çünkü yazılım sektörü aslında katma değer üretme üzerine kurulu. Yani inşaat sektöründe veya bu hastanelere temizlik işçisi sağlayan şirketler vardır, bunlarda olduğu gibi götürü usulü ben 100 lira harcadım 10 lira da üzerine koydum 110 liraya sana bu işi yapıcam tarzı maliyet üstüne karla çalışmak yazılım sektörü için doğasına ters. Ama Türkiye’deki genel ticari ortamdan dolayı yazılım sektörü de böyle çalışıyor. Arkasından dolar kurunda bir oynama oluyor, yazılım sektörünün yarısı iflas ediyor. Halbuki hiçbir etkisi olmaması lazım. İşin yapılmışıyla veya müşterinin tatminiyle arasında tamamen suni bir ilişki var ama genel iş yapış ortamı yüzünden yazılım sektörü muzdarip, telekom sektörü muzdarip. Bunlar da bizim işlerimiz zaten.

Peki bu iş yapım şeklinin ileride değişeceği hakkında bir düşünceniz var mı ?

İş yapış şeklinin değişebilmesi için yeni şekilde iş yapan bazı örnek firmaların çok güçlenmesi lazım. Hani dolayısıyla sektördeki büyük aktörlerin yanına yeni aktörlerin katılması veya eskilerin gidip yenilerin gelmesi lazım. Bu konuda ilerleyen firmalar yok değil. Hani bir 10 yıl öncesi ile karşılaştırdığımız zaman daha iyi bir yerdeyiz. Yurtdışına çalışabiliyor olmanın getirdiği avantajlar da önemli. Hani Amerika’ya Avrupa’ya çalıştığı zaman bir firma, yenilikçi yönüyle çok rahat öne çıkabiliyor. Ordaki satışlarının oranı da burdakine göre çok iyi çünkü adamlar daha zengin. Bize göre 4 kat 5 kat zengin olan bir insan, aynı malı bize göre daha çok para ödemeye hazır oluyor. Bir tane cihaz gördüm. İşte cep telefonu ile konuşan küçük bir cihaz. Çantanıza atıyorsunuz, çantayla telefon birbirinden uzaklaşırsa dolayısıyla ya telefon çalınırsa ya da çanta çalınırsa ötmeye başlıyor ve baya da gürültü yapıyor. Hani baktığım zaman mühendisliği zor bir cihaz değil. Satış fiyatını sorduğum zaman Türkiye’de satmayacak kadar yüksek bir fiyata satılıyor. Neden ? Çünkü o ülkedeki insanların alım gücü yüksek. Burada üretip oraya satıldığı yani ihracat yapıldığı bir durumda, ihracatı yapan firma ki bu genelde yenilikçi bir firma oluyor çok ciddi bir kar marjı elde ediyor ve bunu büyümek için, güçlenmek için kullanabiliyor. Yavaş yavaş bunların nasıl bu kadar para kazandığını merak eden daha geleneksel firmalar da o iş modellerine dönecektir. Bu tür dönüşüm yapan firmalar da gördüm. Hani iyiye gidiş var ama benim görüşüm daha hızlı, organize olması lazım.

Portakal Teknoloji’nin şu an gayet iyi bir konumda olduğunu görüyoruz. Peki başlangıçtan şu ana kadarki süreç göz önüne alındığında Portakal Teknoloji’yi şu anki konumuna getiren ana etkenler nelerdir ?

Portakal Teknoloji’yi buraya getiren en birinci etken insana yatırımdır. Şimdii şu araştırılarak da görülmüş, hani üzerine yatırım yapılan, daha nitelikli seçilen kişi 2 kat , 3 kat daha çok iş çıkartıyor. Hani bu yatırımla kastedilen şey düz net maaş değil. Mesela çalışma yerindeki huzur, insanlarla olan iletişim, işyerini sahiplenmek, kurum kültürü diyorlar ya hani içini doldurması zor bir kavram, bir kurum kültürünün oluşuyor olması. Bütün bunlar belirleyici şeyler. Kuruluşundan bu yana Portakal Teknoloji’de uygulamaya çalıştığımız işe alım prensiplerinden birisi şu oldu : Bizim şirketin büyüme hızı iş alabildiği hız değil de doğru insan bulabildiği hız olmalıdır. Hani belki daha yavaş büyür, belki daha hızlı büyür, zaman zaman yavaş büyür zaman zaman hızlı büyür, bazı dönem olur düzgün ve nitelikli insan bulmakta güçlük çekilir yavaş büyünür, belki işler kaçar ama bu bana doğru gözüktü. İşin ilginç yanı hızlı büyüyoruz.

Belli bir kalite standardından bahsediyosunuz ..

Evet belli bir insan kaynağında kalite standardı. Bu illa ki teknik beceri olmak zorunda da değil. Kişilik olarak çok iyi bir insan teknik bilgi yönünde gelişir. Bu sadece eğitim ve tecrübe işidir. Hani o kişiye 3 ay, 6 ay sabır gösteremiyorsanız demek ki 3 ay 6 ayınız yok. Eğer bir işletmenin 3 ayı 6 ayı yoksa o işletme zaten kapatılmalı. Hani o derece sallantıdaki bir yer ya çok ciddi bir kaynak eksikliği içerisindedir ki bu para olabilir ve bu Türkiye’de birçok firmanın problemi veya teknoloji eksikliği içindedir. Ama bir kaynağında sorun vardır ki sallanıyordur. Ama 6 ay sonrasını, 1 yıl sonrasını, 3 yıl sonrasını görebilen bir işletme söz konusu olduğu zaman, hani bir çalışanın kazanılması için 3 ay ayırmakta hiçbir sakınca yoktur. Veya bir kişiyi doğru yere yerleştirememek gibidir. Bir yerden çıkarırsınız başka yere yerleştirirsiniz ve birdenbire müthiş bir performans göstermeye başlar. Bunu tabi şöyle de görmemek lazım : gevşek çalışılabilir. Hayır, herkes disiplinli olacak., yaptığı işi sahiplenecek. İki taraflı olacak yani bunun karşılığını çalışan kişi tutumuyla bunu işyerine gösteriyor olması lazım. Ama bunu oturtabildiğimiz ölçüde biz hızlı büyüdük ve insanların yapılamaz dediği işleri de yaptık. Bunun tekrar edilmesinde de bir sakınca yok. Hani bir daha bir daha yapabiliriz benim için de hiç sorun değil.

Bora Bey üniversite yıllarında CClub olsun IEEE olsun rol aldığınız topluluklar vardı. Bu toplulukların hayat standardınıza katmış olduğu şeyler nelerdir?

İnsan ilişkilerimi çok ciddi anlamda geliştirdi ve nihayetinde insan ilişkileri insan hayatındaki en önemli şey. Neden ? Tamam şu marka araba, bu marka kıyafet, şurada ev, burada şu , şurada tatil, bunlar materyal ihtiyaçlar ama insanı insan yapan şey insanlar yani sosyal bir varlık. İnsanlarla olan ilişkileriniz güçlü olduğu sürece geri kalan herşey o ilişkiler üzerinden çıkıyor. Çünkü insanlar zaten insan ilişkisi arıyorlar başka birşey aramıyorlar. Hani bu çağdaş dünyanın en büyük problemini sorduğunuzda psikologlar yalnızlık diyorlar. Hani bu topluluklarda bulunmam hem bir sürü insan tanımamı sağladı hem de insanlarla iletişim kurmayla ilgili becerilerimi çok ciddi anlamda artırdı. Bu beceriler iş hayatına da yansıyan başka çıktılar da veriyor. Mesela birşeyi planlamak veya planlanmış birşey yürürken aksadığını veya aksayacağını erken görebilmek. Çünkü insanlar bunların sinyallerini veriyor. Hiçbirşey bir insanın gözünden kaçarak aksayamaz. Her zaman birisi bunu görür, söyleyemez, hallederim diye düşünür, kahramanlık yapmaya çalışır ama onun stresinden yorgunluğundan, yüzünden, oturuşundan kalkışından anlaşılır. Yeterince çok insanla yeterince çok iş yaptığınız zaman bunları anlayabilir hale geliyorsunuz. Topluluklardaki projeler, ortak çalışmalar bana bu tür bilgileri, deneyimleri erken kattı. Bu da iş hayatımın ilk yıllarında bana ciddi bir avantaj getirdi. Mesela şu an itibariyle hani 30 yaşıma yaklaşmış durumdayım, o kadar büyük bir fark yok yaşıtlarımla ama bir 5 yıl önce hissedilir bir fark vardı. Girişimciliğe erken yaşta başlayan kişiler için bu tür deneyimler önemli. Onun dışında tabii ki çok insan tanımanın çok faydası var.

Bu da bir girişimci için artı bir özellik tabi ..

Tabi, yani özellikle bizim sektördeki bir girişimci susuyorsa ondan korkun. Konuşuyorsa, kendini göstermek için uğraşıyorsa demek ki gösterecek birşeyi vardır. Boş konuşanlar da olabilir ama onu anlarsınız bir soru sorduğunuz zaman hık mık demeye başlar.

Üniversite öğrencileri sonuç olarak staj yapmakla yükümlüler. Staj dönemini öğrenci, şirket ve üniversite açısından ele alırsak getirileri götürüleri kattıkları nelerdir?

Ben ilk stajımı Aselsan’da yaptım. Falan falan bölümde filan filan projede çalışmak istiyorum dedim. Öğrenmişim, benim bilgi düzeyime de çok uygun bir proje. Beni kalktılar elektrik mühendisiyim değil mi 2. sınıf öğrencisiyim, üretim bölümüne koydular. Üretim bandı var böyle kartlar kayıyor, arızalar yapılıyor, teknisyenler bakıyor böyle büyüteçlerle falan bakıyorlar, basbaya üretim. Dedim ki ben bilgisayarla uçuk kaçık şeyler yapacağım veya kart tasarlamak istiyorum, gömülü program yazmak istiyorum. Dediler ki onları 3. sınıflara veriyoruz. Eyvallah dedim böyle mahsun birşekilde başladım. Sonra bana bir anket doldurttular ne yapıyorsun falan diye. Kendimi bir odada buldum. 5 tane mühendis var odada, 3 tane milyon dolarlık cihazla uçuk kaçık işler yapıyorlar, mutlu oldum. Sonra Sait abi vardı emekli olmuştur o zamanlarda, kıdemli mühendisti 40 yaşlarında falan. Eski sosyal güvenlik yasası ile 47-48 yaşlarında emekli olunuyor. Şimdi öyle değil de eskiden öyle. Bana dedi ki : “Bak şimdi Boracım istiyorsan naylon staj yaptıralım, buraya gelmene bile gerek yok. Ben sana staj raporunu veririm eline. Burada staj yapan herkesin raporunu alıyoruz yani rapor arşivimiz var. Ama istiyorsan gel çalış, birşeyler öğren. Bu fabrika ortamındaki ilişkileri incele. Yani mühendisler nasıl çalışıyorlar, teknisyenler ne iş yapıyorlar bunu gözlemle.” Ben çalışıcam dedim. Stajda 27000 sayfa döküman okudum. İş teklifi aldım staj sonrasında. Orda da yetmedi Amerika’dan iş teklifi aldım. Bizim kullandığımız cihazları üreten Hp’nin Palo Alto’daki merkezinde staj teklifi aldım. Ama onlar benim bunları bunları yazmamdan beni doktora öğrencisi sanmışlar. Lisans öğrencisi olduğumu duyunca alamayız dediler. Hani ben orda intern görünce sanıyorum ki işte lisans öğrencisi stajı. Bizde staj lisansta yapılıyor ama orda doktorada da yapılıyormuş 1 yıl. Ben de gözümü kararttım başvuralım dedim ve kabul aldım. Neden? Çünkü o 27000 sayfa dökümanı okumaya azmetmişim ya o 1 ayda, o bana çok şey kattı. Bugün hala ben elektronik üretim konusunda çok şey biliyorum. Tabii ki orada yıllardır çalışan bir mühendis gibi değilim ama çok rahatlıkla iletişim kuruyorum. O yüzden stajda öğrenci önüne konan şeyi beğenmemezlik etmemeli, oradan kendine elde edebileceği en büyük faydayı çıkarmalı. Ama öte yandan da stajı yaptığı iş yeri de çocuğa bu olanağı sağlamalı. Aselsan’da işte o Sait abi gelip bana “gel çalış.” diyip sorumluluk vermeseydi,varolan projedeki bir iş verildi, bana okumam için kitaplar vermeselerdi, bana düzenli sorular sormasalardı, günde 3 4 defa “Napıyorsun ?” demeselerdi veyahut beni aralarına alıp “Sen de Aselsan’da çalışan birisin, sen de Aselsan’lısın.” demeselerdi, bölüm müdürü gelip hatrımı sormasaydı, hani bunlar her staj yerinde her ekipte olan şeyler değil eminim ki Aselsan’da da kötü staj anıları duyulabilir , ama sonuç olarak bütün bunlar olmasaydı ben o stajdan böyle bir performans veremezdim çünkü motive olamazdım. Gözlemlediğim problem 2. sınıftan 3. sınıfa geçen öğrencilere yaptırılan stajların üstünkörü olduğu yönünde. Halbuki 2. sınıftan 3. sınıfa geçen öğrenci de birsürü şey yapabilir. Yeter ki onun bilgi seviyesini tartıp ona göre vermek lazım verilecek işi. Bunda zor birşey yok çünkü zaten onun amiri olacak olan mühendisler o 2. sınıfı okumuş, hani ne okunduğunu ne bilindiğini biliyorlar. Biraz çaba gösterseler çok rahatlıkla her iki taraf içinde çok verimli çok faydalı staj kurgulanabilir. Bölümün burda biraz daha buna dikkat ediyor olması lazım ama bölümlerde de idari personel sayısı çok sınırlı ve yüzlerce öğrencinin stajını bu şekilde yürütmekte güçlük çektiklerini anlıyorum. Orda da onların eli kolu bağlı ama bir şekilde bunun kurgulanması lazım. Okulların eski mezunlarının aktif olması gerektiğini düşünüyorum yani ben elektrik mühendisliği bölümünde, bilgisayar mühendisliği bölümünde ki bu sadece ODTÜ ile sınırlı değil, erişebildiğim okullarda elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Benim gibi bir kişi daha bir kişi daha olsa her işyerinde çok güzel bir ortam kurgulanır. Bu tür çalışmalar yapan tek şirket de biz değiliz bunu da belirteyim. Elektronik sanayisinde de gördüğüm çok güzel staj programı sağlayanlar var yazılımda da gördüklerim var. İsim saymayayım tabi diğerlerine ayıp olacak ama güzel staj programı sağlayanlar var demek ki yapılabiliyor ve diğerlerinin de yapması lazım ve umarım artar.

Üniversite yaşamınız süresince bir CClub üyesi olduğunuzu biliyoruz. Peki CClub'ın dünü, bugünü ve geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?

Biz 2. yarışmayı yaptık. Tam 10 yıl önce. 1. yarışmadan sonra bir yıl ara olmuştu, yapılamamıştı ve biz CClub’a geldiğimiz zaman CClub’ın bilgisayar mühendisliği bölümünde odası yoktu, Türk Dili bölümündeydi odası. Bölümde oda sıkıntısı olduğu için CClub’ı da biraz itelemişler, “Siz de zaten geçen sene pek birşey yapamadınız” diyerekten. Tabi arada bir 10 yıl koyunca öğrencilerin nesil farkından dolayı farklar var, iş yapış tarzları farklı. Ama şunu gördüm, CClub bilgiyi aktarma konusunda başarılı. Hani bizim iş yapış biçimimizde başarılı yönlerimizi bir alt döneme aktarmıştık ve onlar da alt dönemlerine diye diye şu ana gelmiş. Bu kültürü başka yerlerde de oturtmaya çalıştım ben. Bana da anlatanlar oldu : “Biz sana anlatıyoruz sen de bir alttakine anlatmak kaydıyla öğreniyorsun. Bu senin bana olan borcun.” gibi bir yaklaşım vardı. CClub'ta yönetimlerin her yıl aktif bir şekilde değişiyor olması bu deneyimin aktarılma zorunluluğunu doğuruyor ve biraz da yönetimdeki arkadaşların 4. sınıfa yığılmıyor olması problem yaratmıyor. Mesela ben olmuş olay anlatayım. Biz IEEE’de de yönetime geldik arkadaşlarla ve biz yönetime geldiğimizde nerdeyse tüm üyeler mezun olmuş ve çoğu da yurtdışına gitmişti, sene 1999 aylardan Haziran. 99 mezunlarının elektrik bölümünün çok ciddi bir üyesi IEEE üyesiydi ve hepsi kayboldu. Biz 2. ve 3. sınıf öğrencileri olarak herşeyi baştan kurmak zorunda kaldık. 3-4 tane abimiz vardır : Bulut, Mürsel,Çağrı, Anıl, bak isim de söyleyeyim. Onlar bize yol göstermeseydi mahvolmuştuk. Biz de kendi arkamızdaki döneme aktarmaya çalıştık. Benim bildiğim kadarıyla bu böyle 4-5 yıl sürmüştü ve bildiğim kadaıyla IEEE hala aktif demek ki fena değil. Ama birilerinden görüyor olmak lazım. Topluluklardaki bu görme kültürü, hani sosyologlar buna aşiret diyorlar yanılmıyorsam, oluşuyor. O kültürün doğru kurgulanması, bir deneyimi aktarması lazım. CClub bu konuda başarılı. Bu yıl yanılmıyorsam BİLMÖK’ü yapacak ODTÜ’de. Büyük proje, hani 10 yıl önceki CClub bunu yapamazdı, başvurmazdı bile. Biz 2. yarışmanın 1.’sine bir adet bilgisayar verilmesinin sponsorluğunun peşinde koşuyorduk. Para toplayabilmek birşey, insan toplayabilmek birşey, yılda kaç etkinlik yaptığın birşey, bu etkinliklerin doğru seçilmesi birşey, hani birçok yönden CClub'ın iyiye gittiğini gördüm. Umarım bir 10 yıl sonra da şimdiki CClub'çılar masanın öbür tarafına geçip : “CClub iyiye gidiyor, çok güzel işler yapıyor.” diyor olurlar.

Röportajımız bu kadardı , teşekkürler Bora Bey.

Teşekkürler.